Aslında o gün her şey ‘normal’ görünüyordu. Televizyon muhabirleri Ankara’da toplanacak olan Milli Güvenlik Kurulu’nun gündemini aktarırken, pek de heyecanlı değillerdi. Seslerinde vurgu, yüzlerinde gözle görülür bir gerginlik yoktu. Canlı olarak ‘köşkün’ kapısından haberlere bağlanan muhabirler bir-iki cümlede rutini aktarmanın rahatlığını yaşıyorlardı. İçeride kopan kıyametten habersiz olarak.
Çünkü 19 Şubat 2001 günü toplanan MGK’de olup-bitenler Türkiye tarihinin en büyük ekonomik ve siyasi krizlerinden birisine neden olacaktı. Bizzat dönemin başbakanı Bülent Ecevit ve arkadaşlarının önerisiyle Çankaya Köşkü’ne çıkan Ahmet Necdet Sezer, o toplantı da Ecevit’e ‘Anayasa Kitabını’ fırlatarak krizin fitilini ateşlemiş oldu.
ANAYASA KİTAPÇIĞI ECEVİT’İ BİTİRDİ
Ecevit ve bakanlar kurulu üyeleri MGK toplantısını terk etti. Ecevit düzenlediği kısa basın toplantısında ‘MGK toplantısının açılışında, gündeme geçilmeden önce, kamu görevlilerinin önünde, Sayın Cumhurbaşkanı söz alarak, son derece de terbiye dışı bir üslupla, bana ağır ithamlarda bulundu. Devlet geleneklerimize uymayan, eşi görülmedik bir davranışta bulundu. Ya kendisine aynı üslup içinde yanıtta bulunacaktım veya terk etmek zorunda kalacaktım. Onun için toplantıdan çıkmayı tercih ettim’ dedi.
Bu açıklamadan birkaç saat sonra borsa çöktü. Faizler fırladı. Kriz, 21 Şubat’ta zirve yaptı. O meşhur ‘Kara Çarşamba’ ile yüz binlerce insan işini kaybetti. Esnaf kepenk kapattı. Öyle ki iflas eden insanlar, başbakanlık binasının önünde bedenlerini ateşe vermek istediler. Ecevit ve hükümet üyelerine yazar kasa fırlattılar. Başbakanlık binası önünde yapılan bu ‘sıra dışı eylemlerin’ kaçı daha önce yazılan senaryo gereğiydi, o hep meçhulde kaldı.
Sadece ekonomik alanda değil, bu krizin sonuçları siyasi alanda da yıkıcı oldu. Kriz iki yıl önce PKK lideri Abdullah Öcalan’ın uluslararası bir komplo sonucu Türkiye’ye teslim edildiği ortamda yapılan seçimlerde sandıktan birinci çıkan DSP’nin silinmesine ve ikinci parti MHP’nin baraj altında kalmasına, hükümetin diğer ortağı ANAP’ın ise, tuz-buz olmasına yol açtı.
MGK’de patlayan krizi DSP’ye yönelik operasyon takip etti. Ecevit’in en yakın mesai arkadaşları gemiyi bir bir terk ettiler. DSP parçalandı. Ecevit ise halen bugün dahi tam ‘anlaşılamayan bir operasyonla’ hastaneye kaldırıldı. Hükümet içinde ciddi kriz baş gösterdi.
ERGENEKONCULARIN HAMLESİ AKP’YE FIRSAT YARATTI
Oyun kurucular bir taraftan DSP içinde operasyon yaparken, diğer taraftan erken seçim için düğmeye bastılar. Hükümetin ikinci büyük ortağı MHP liderinin kulağına ‘sen baraj üstündesin, erken seçim talep et’ yönünde telkinlerde bulundular. Hatta ‘3 Kasım neden olmasın’ diye tarih verdiler. Dahası Bahçeli’yi erken seçim için ikna edenlerin o dönem İmralı’da DSP üzerinden süren görüşmeleri sabote etmek için yüzünü giderekten Rusya ve İran’a dönen statükocu-Ergenekoncu güçlerin olduğu güçlü bir kanı olarak hafızalarda yer etti.
DSP paramparça olurken, ANAP çökerken, DYP kriz yaşarken, Necmettin Erbakan’ın doğal lideri olduğu Fazilet Partisi de bölündü. Daha doğrusu ‘Milli Görüş’ hançerlendi. Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener gibi geçmişte Erbakan’ın ‘prensleri’ olan bir ekip, kendi değimleriyle ‘Milli Görüş Gömleğini’ çıkararak yeni bir parti için harekete geçtiler. Onlar yeni bir parti kurarken, savcılar Fazilet Partisi’ni kapatmak için harekete geçtiler. Fazilet Partisi 22 Haziran 2001 tarihinde kapatıldı.
21 Şubat 2001 krizi fırtına gibi esmiş, hükümeti yıkmış, partileri bölmüş, ısrarla ‘arkadaş ben sağlıklıyım’ dediği halde Ecevit’i hastane köşelerine mahkûm etmiş ve ‘yeni Türkiye’nin kapısını açmıştı. Bu kapıdan son derece pragmatik, bir çoklarına göre ise ‘gizli ajandası’ ve aynı zamanda bir ‘koalisyon’ olan AKP girecekti.
FULLER’İN KEHANETİ
İlk yapılan seçimlerde lideri Erdoğan ‘yasaklı’ olmasına rağmen AKP yüzde 34.28 ile sandıktan birinci parti çıktı. Onu CHP yüzde 19 ile takip etti. DYP ve MHP ise az bir farkla baraj altında kaldı. Enteresan bir şey daha oldu. Birden bire ortaya çıkan, bazı iddialara göre ortaya çıkarılan Genç Parti, seçimlere ilk kez katılmasına rağmen faşist ve ırkçı söylemlerle yüzde 7.5 gibi bir oy aldı. ANAP dibe vurdu. Kapatılan Fazilet partisi yerine kurulan Saadet Partisi ancak yüzde 2.5’lük bir varlık gösterebildi. Kürtlerin ağırlıkta yer aldığı DEHAP ise 6.2’de kaldı.
Mecliste iki parti vardı artık. CİA’nin eski Türkiye masası şefi Graham Fuller’in krizden yaklaşık olarak 2 yıl önceki Türkiye kehaneti doğru çıktı! Fuller 2000 yılında şunları söylüyordu:
"Türkiye, yakın bir gelecekte iki partili bir temsil sistemine gebe... Kökleri geçmişe dayanan ekonomik kriz, iktidardaki koalisyon partilerinde büyük deprem yaratacak. Fazilet Partisi'nden kopan bir grup ılımlı İslamcı, geniş tabanlı bir siyasi oluşuma gidecek. Bazı etkin siyasetçiler, partilerinden istifa ederek bu yeni oluşuma katılacak. Yeni oluşum kartopu gibi büyüyüp gelişecek. Türkiye'de yakın gelecekte ılımlı islamcılar iktidara gelecek. Ilımlı İslamcıların yanında İslami söylemlere ters düşmeyen ılımlı sol bir parti de Meclis'e sokulacak."
Olan buydu. Ancak CHP’ye ‘ılımlı sol’ demek biraz abartı olsa da kehanet tutmuştu. Veya senaryo buydu. Altını çizmekte yarar var: Gazeteci-yazar Ahmet Kahraman’ın ‘Karanlıklar Prensi’ dediği Deniz Baykal da CHP Genel Başkanlığına bir gece yarısı darbeyle dönmüştü. 1999 seçimlerinde partisi baraj altında kaldığı için istifa etmek zorunda kalan Baykal, o dönem Kürt sorunun da demokratik çözümden ve barıştan yana olan Altan Öymen’i tasfiye ederek yeniden genel başkan oldu.
Bütün bunlar ‘o zaman’ tesadüf müydü? Belki de ‘evet’, belki de ‘hayır.’
11 EYLÜL AKP’YE YOL AÇTI
Türkiye’de ‘Kara Çarşamba‘ vuku bulduğu zaman, Amerika Birleşik Devletleri’nde ikiz kulelere ve Pentagona uçaklarla saldırı yapılmamıştı. Ancak dünyanın çivilerini yerinden söken saldırı gerçekleştiği zaman Türkiye’deki ekonomik kriz artık siyasi krize dönüşmüş durumdaydı.
New York ve Washington saldırıları ardından Deniz Kuvvetlerine ait bir üniforma ile kameraların karşısına geçen dönemin ABD başkanı George W. Bush, ‘bu savaş 25-30 yıl sürecek’ diyordu. Savaşın merkezinde ise Afganistan ve Irak olacaktı. Yani ‘Kara Çarşamba’nın siyasi dengeleri kökünden değiştirdiği Ankara’nın yanı başında yıllarca sürecek savaş başlayacaktı.
Bu açıklamadan birkaç hafta sonra ABD, 7 Ekim 2001 günü Afganistan’a ‘Sınırsız Özgürlük’ adını verdiği hava saldırısını başlattı. Bunu askeri işgal eylemi izledi. ABD’nin ikinci hedefi ise Irak’tı. Irak, Afganistan kadar açık bir hedef değildi. Saldırı ve işgal için uygun uluslararası ve bölgesel ittifaklar gerekiyordu. Her şeyden önce dünya kamuoyu(!) bu konuda ikna edilmeliydi.
11 Eylül 2001 sonrası durum ABD’ye 1991 yılında Irak’a karşı girişilen askeri harekât gibi uygun bir zemin sunmuyordu. O dönem Saddam Hüseyin rejiminin Kuveyt’i işgali, sadece ABD için değil, bütün dünya açısından askeri bir müdahaleyi haklı kılıyordu. Ama 11 Eylül sonrası durum biraz farklıydı.
İşte Türkiye’de 11 Eylül saldırıları öncesi başlayan ekonomik kriz, tam da bu ortamda siyasi krize dönüştü. ABD açısından Bülent Ecevit gibi ‘Anayasa Kitapçığı’ saldırısına maruz kalmış birisinin başbakan, Devlet Bahçeli gibi ırkçı, ama son derece silik bir liderin başbakan yardımcısı, burnuna indirilen yumruğun dahi hesabını soramamış Mesut Yılmaz gibi bir politikacının ikinci başbakan yardımcısı olduğu bir hükümet işe yaramazdı. Kaldı ki erken seçim sonucu Avrasyacı güçlerin olası iktidarı da ABD’nin en az işine gelen başka bir ‘senaryo’ idi.
Bu nedenle ABD Irak savaşı öncesi Türkiye siyasetinin ‘yeniden yapılanmasıyla’ yakinen ilgileniyordu. Hatta kimilerine göre esas oyun kurucu oydu. Bu nedenle ABD ülkeyi 3 Kasım’da erken seçime götüren statükocu-Ergenekoncu güçlerin aksine, Milli Görüş geleneğinden gelen ve kendilerini ‘yenilikçi’ olarak adlandıran gruptan yana tercihini kullandı. ABD âdeta bir ‘Truva atı’ gibi Necmettin Erbakan’ı vuran bu grubun liderini resmi sıfatı olmamasına rağmen, Washington’da ağırladı. Erdoğan ile görüşenlerin listesi hayli uzundu. 2002 yılının ilk ayında yapılan bu gayri resmi ziyaret, siyasi gözlemciler tarafından ‘AKP’ye ABD hükümet olması için vize verdi’ diye yorumlandı.
BÜYÜYEREK TÜKENEN BİR AKP
Şimdi ise durum çok farklı. Beyaz Saray içindeki sertlik yanlıları Erdoğan’dan hayli rahatsızlar. Erdoğan’dan rahatsız olan sadece ABD’deki güçler değil. AB çevreleri, başta da Almanya Erdoğan’dan memnun değil. Son dönemler de Avrupa medyasında Erdoğan’a yönelik eleştiri dilinin sertleşmesinden bunu hissetmek mümkün. Ancak ABD ve AB’nin bir bütün olarak Erdoğansız bir Türkiye ve AKP istedikleri, bütün siyasi aktörlerin böyle düşündüğünü söylemek erken. Kaldı ki, ABD ve AB’nin bazı güçlü odaklarının Erdoğan rahatsızlığı farklı nedenlere dayanıyor. Örneğin bu rahatsızlığın odağında Erdoğan ve ekibinin Kürt sorunu başta olmak üzere, Türkiye’nin acil sorunlarına gerekli önceliği vermedikleri yer almıyor. Hatta birçok eleştirilerde Kürt sorunun adı dahi zikredilmiyor. Kaldı ki PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’ın başlattığı çözüm süreci sonrası bu eleştirilerin dozajının artması da dikkat çekici bulunuyor.
Erdoğan ve ekibi, 17 Aralık Operasyonu’nun arkasında küresel güçlerin olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddia tümden boştur, yoktur demek veya süreci sadece dış güçlerin bir komplosu olarak yorumlamakta doğru değil. Yolsuzluk ve rüşvet bu iktidar döneminde o kadar aleni yapıldı ki, ‘dış’ veya ‘iç’ güçlere yeni bir ‘Kara Çarşamba’ krizi yaratmaları için elverişli zemin sundu. Bir de buna Erdoğan’ın kucağındaki Roboski ve Paris katliamları gibi ateş toplarını eklerseniz, resim tamamlanmış olacak.
Görünürde ortada Gülen Hareketi ile Erdoğan arasında bir iktidar kavgası var. Ancak krizin yapısal ve çok derin olduğunu söylemek gerekiyor. Bu nedenledir ki, tıpkı 2000’li yılların başında olduğu gibi çıkarları birbirine karşı olan birden fazla güç, Türkiye sahasında oyunu yeniden kuruyor, kartları yeniden dağıtıyor. Aslında o kadar karmaşık bir resim ortaya çıkıyor ki, ‘taraflar’ günlük, hatta saatlik olarak ittifak ve karşıtlarını yeniden tanımlıyor. Bu keşmekeşin içinde en doğru tutumu Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve onun lideri Öcalan’ın aldığını söylemek abartı olmasa gerek. Bu tutumu neden bazı Kürt dostlarının anlamamakta ısrar ettiklerini ‘yazmalı mı yazmamalı mı’, o da ayrı bir konu.
SIRADAKİ TRUVA ATI KİM?
Ancak kesin olan Türkiye’de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. İster küresel güçlerin bir komplosu olsun, ister yolsuzluk ve rüşvetle mücadele eden savcı ve polislerin ‘temiz eller operasyonu’ olsun,17 Aralık Operasyonu ile duvardan tuğla çekilmiştir.
Duvarın ayakta kalıp kalmaması uzun dönemdir ‘büyüyerek tükenen’ AKP’nin ve onun liderinin yapacağı hamlelere bağlıdır. Bu hamlelerin polis, savcı ve bürokratların görev yerlerini değiştirmek olarak algılanması büyük bir yanılgı olacaktır. İhtiyaç duyulan şey Kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye’nin temel siyasi sorunlarını çözecek baştan sona kadar demokratik bir hamle olmalıdır.
Yoksa Kürt tarafının ve Öcalan’ın fedakarlığı ve ısrarı üzerine var olan çözüm sürecine rağmen, AKP’nin tuz-buz olması kaçınılmaz hale gelecektir. Bu yıkılacak duvarın enkazından sanıldığı gibi komplolarıyla ünlü Gülen Network’u da sağlam çıkmayacaktır. En az AKP kadar o da çökecektir. Bu çöküş başlamıştır.
Her iki çatışan tarafa dıştan bakıldığında sağlam ve yıkılması güç duvarlar gibi duruyorlar. Tıpkı 19 Şubat 2001’de yapılan MGK toplantısından önce Ecevit’in DSP’si, Erbakan Hoca’nın ‘Milli Görüş Hareketi’, Yılmaz’ın ANAP’ı, Çillerin DYP’si, Bahçeli’nin MHP’si, Uzan’ın Genç Partisi ve Baykal’ın CHP’si gibi…
Ama bugün bunların birçoklarından eser yok veya varlıkları tartışma konusudur. Çünkü o ‘Kara Çarşamba’ krizi sonrası siyaset sahnesinde yer alan güçler, başta da AKP, yol arkadaşlarını ve üstatlarını hançerleyerek, hareketin içinde bir Truva atı gibi yol alarak siyaset sahnesine çıktılar. Şimdi kendileri Truva Atı’yla karşı karşıyalar. AKP’de veya Gülen Network’unda kimlerin Truva Atı olduğunu ise her halde Fuller gibi kâhinlere sormak gerek.
0 yorum:
Yorum Gönder