Abdullah ÖCALAN
|
Ortadoğu toplumu gerek merkezî uygarlığın kahredici talancı yüklerini en uzun süre yaşamasından, gerekse jeobiyolojisinin hem doğal hem de suni nedenlerle çölleşmeye en yakın bölgelerin başında gelmesinden ötürü sadece sorun yaşamıyor; çözümü intiharda bulacak kadar yaşamdan vazgeçiyor
4- Kent ve Çevre Sorunu
Ortadoğu toplumunda uygarlığın başından itibaren kent ve çevre sorunları yaşanmaya başlamıştır. Sümer kentlerinin ilk kuruluş öykülerine bakıldığında, kent içi ve kentler arası nasıl bir ortamda geliştikleri anlaşılmaktadır: Sorunlarla dolu bir ortam. Bunlar kölelikten kaynaklanan sorunlardır. Kentleşme bağrında köleleşmeyi, dolayısıyla devletleşmeyi de taşımaktadır. Pazarın kurulmuş bulunması beraberinde ekonomik sorunu da getirmektedir. Değişim oranlarını, yani fiyatları kim kararlaştıracaktı? Bu konuda uzlaşmalar kolay olmayacaktı. Kentin iaşesi ve savunulması başlı başına sorundu. Oluşan iktidar klikleri (rahip, yönetici ve komutan) aralarında sürekli çekişmekte, devrim ve karşıdevrim sorunlarına yol açmaktaydı. Ayrıca kentlerin büyüme sorunları vardı.
Kentle birlikte gelişen kent yönetimi ve devleti tüm uygarlık çağlarının vazgeçilmeyen fenomeni olagelmiştir. Kent devleti en eski ve en yaygın iktidar biçimidir. İmparatorluk ve ulus-devletler daha sonra ortaya çıkmışlardır. Tarihte ağırlıklı biçim ezici ağırlığıyla kent veya yakın çevresiyle sınırlı yönetimi ve devletiydi. Kentlerin aralarında yoğun rekabeti sürekli çatışmalara yol açmaktaydı. Bu çatışmalar kentlerin olanaklarını tüketiyordu. Bulunan çare hegemon ve metropol kent kavramı oldu. Uruk, Ur, Babil, Asur, Persepolis, Atina ve Roma bu tür hegemon kentlerdir. Daha sonraları imparatorluk merkezleri olarak rol oynadılar.
Tarihin ilk imparatoru olarak Akad hanedanı kurucusu Sargon’u görmekteyiz. Sargon, Sümer kentlerini Agade’nin ve kendisinin hegemonyasına almakla yetinmeyip, bunu dönemine göre uygarlık alanının tümüne taşırmıştır. İmparatorluk bu durumda hegemon (metropol) kentin diğer kent ve çevreleri üzerinde denetim kurması ve toplumsal artılarından pay alması anlamına gelmektedir. Ticaret, tarım ve endüstri daha geniş pazar ve maddi olanaklarıyla yürütüldüğü için çok kâr bırakıyordu. Dolayısıyla geniş imparatorluk tipi iktidar örgütlenmesi epey kârlı oluyordu. Sargon, Babil ve Asur İmparatorluğunda bu eğilimi rahatlıkla izleyebilmekteyiz. Özellikle Asur İmparatorluğu hammadde ve mamul madde ticaretinde uzmanlaşmıştı. Kârın kaynağını güçlü bir biçimde koruma arzusu, iktidar için en vahşi sahneleri sergilemekten çekinmemelerine yol açmıştır. Asurlular insan kellelerinden duvar ve surlar inşa ettiklerini övünçle anlatıyorlardı.
Persler aynı doğrultuda daha esnek ve ahlâkî yöntemlerle sonuç almak istiyorlardı. Bunda başarılı da olmuşlardı. Bu dönemlerin süper kenti Babil’di. Yetmiş iki milletin kaynaştığı sorunlu ve sorumlu görkemli kentti. Pers kentleri Babil’i örnek alıyorlardı. Greko-Romenlerin kent hamlesi daha ileri bir çözüm olmakla birlikte, yönetim, iaşe, savunma başta olmak üzere aynı sorunları paylaşmaktaydı. Ortadoğu’da Helenik sentez kent mimarisinde ileri bir aşamaydı. Bu konuda görkemli kuruluşlara tanık olmaktayız. Fakat yalnız başına bir kentin bir tapınağının bile toplum üzerinde çok boyutlu sorunlara yol açtığını tespit etmek zor olmamaktadır. Bir Mısır firavun piramidinin toplumu nasıl tükettiğini bu bağlamda değerlendirmek daha da çarpıcıdır. Atina ve Roma da metropol kentler olarak toplumsal sorunları gırtlağına kadar yaşamaktaydılar.
İslam döneminde Ortadoğu kentleri büyümüş olsalar da, mimari olarak Helenistik dönemin çok gerisindeydiler. Kişiliklerini gittikçe yitirmekte, kendi içlerinde ve çevre için sorun kaynağına dönüşmekteydiler. Sanayi devrimine geçilmemesi sorunlarını ağırlaştırmaktaydı.
Batı Avrupa uygarlığının kent hamlesi, ticaret ve pazar temelinde gelişen ekonomik kentlere götürdü. Bu hamle başlangıçtan itibaren kapitalin damgasını taşımaktaydı. Kırsal alanda ve kent içinde zanaatkâr kesimi üzerinde sürekli hegemonya peşinde olmuştur. Bu durum sert sınıf mücadelelerini beraberinde getirmiştir. Kentlerin kendi içinde ve aralarındaki rekabet ilkin imparatorluk ve krallık eğilimlerini tahrik ederken, sanayi devrimiyle birlikte ulus-devlete teslim olmak zorunda kalmışlardır. Alman ve İtalyan kentleri tarihte kentlerin özerkliğini en son terk etme ve ulus-devlete en geç teslim olma (19. yüzyıla kadar) konumunda kalma becerisini göstermiştir. Bence sanayi devrimi çözüm değil, kentlerin sonu ve ölümünün başlangıcıdır. Endüstricilik ve bürokrasi 19. yüzyılla birlikte kentleri çığ gibi büyütmüş, hiç anlamı olmayan kanser tipi bu büyüme çevre için tam felaketle sonuçlanmıştır. Kent sadece kendini öldürmüyor; çevreyi, dolayısıyla kırsal toplumu da (tarihin on beş bin yıllık gerçeği, üretici gücü, maddi ve manevi kültür kaynağı) tüketip öldürüyor. Sonuç, toplumun devasa sorunlarla boğuşmasıdır; genel işsizlik ve yoksulluğun üretim merkezi olmasıdır. Hegemonyasını yitirmiş Ortadoğu kenti, kentsizlik ve kentin, dolayısıyla toplumsallığın en önemli araçlarından birinin sürekli ölmesi ve öldürmesinin merkezi haline dönüşmesidir.
Ortadoğu uygarlık tarihi çevreyi yıkım ve inkârın tarihidir. Maddi ve manevi kültür olarak uygarlık değerleri neolitik toplum değerlerinin inkârıyla (diyalektik anlamda olumsuzlama) oluştuklarından ötürü tarih böyle akışkanlık kazanır. Hâlbuki neolitik toplum her iki kültür değeri açısından da ekolojiktir. Manevi dünyasında, dininde çevre canlı ve en yüce değer olarak kutsallaştırılır. Kadın etrafında gelişen beslenme olanakları ekonominin başlangıcıdır. Doğa ve kadın uyumlu bir birlik içindedir. Canlı bir doğal din anlayışı ana tanrıça ile simgeleştirilir. Maddi üretim araçlarının büyük kısmı kadın icatlarıdır. Beslenme ve giyim kültürü de kadının damgasını taşır. Tüm bu değerler uygarlıkla inkâra uğrayacak ve erkeğin hegemonyası altında kâr ve baskı araçlarına dönüştürülecektir. Toprak ana hakir görülecektir. Kutsal Kitaplar erkekler için “Kadınlar tarlanızdır, istediğiniz gibi sürün” der. Daha da vahimi, Sümer kentleri kâr amaçlı toprağı sürekli kullandıklarından, tuzlanmaya yol açarak doğal çölleşme tehlikesini suni çölleşme ile besleyip büyütmüşlerdir. Mezopotamya’nın çölleşmesinde uygarlaşmanın rolü çok çarpıcıdır.
Uygarlığın manevi dünyasında doğa, çevre, toprak hep hakir görülür. Aslında bu yaklaşım ideolojiktir. Zıddına geliştiği tarım-köy toplumunu aşağılamak ve kolayca yönetmek içindir. Uygarlık ideolojik olarak öyle bir Dünya imgesi yaratmıştır ki, sanki insanlığın düşmanıdır ve hesap vermesi içindir. Yine Kutsal Kitaplar “Orası imtihan yerinizdir sadece” der. Diğer taraftan devletliler bu dünyada kendi cennetlerini yaratırlarken, icat ettikleri dinlere de hiç inanmamışlardır. Çünkü dinleri kendilerinin icat ettiklerini iyi bilmektedirler. Öte yandan jeobiyolojik ortamla iç içe oluşan toplumsal gelişme, uygarlık tarihi ilerledikçe (Aslında sürekli geriledikçe olmalıdır) bu özünü ideolojik olarak inkâra zorlanacak, hayali, soyut öte dünya imgeleriyle zıddına dönüştürülecektir.
Ekolojik sorunun özü bu gerçeklikte yatmaktadır. Dolayısıyla tam bir toplumsal sorun olduğunu tüm vahametiyle anlayabilmekteyiz. Kendi özünü böyle inkara zorlanan bir toplumun uzun vadede yaşamı sürdürülebilir kılması mümkün değildir. İktidar ve sömürü tekellerinin kâr mantığı, bunun için geliştirdikleri ideolojik ve askeri savaşlar anti-ekolojik, anti-biyolojik ve anti-toplumsaldır. Günümüzde, kapitalist hegemonyanın finans çağında yaşanan bunalım, bütün bu gerçeklikleri tüm insanlığın gözüne ve zihnine adeta kazımış bulunmakta; bu hegemonyanın yarattığı sahte dünyanın kâğıt tomarlarından ibaret hale geldiğini herkese açıkça göstermektedir. Tarihinin hiçbir döneminde insanlık bu denli doğaya, yaşama ve topluma yabancılaşmamıştır. Ortadoğu toplumu gerek merkezî uygarlığın kahredici talancı yüklerini en uzun süre yaşamasından, gerekse jeobiyolojisinin hem doğal hem de suni nedenlerle çölleşmeye en yakın bölgelerin başında gelmesinden ötürü sadece sorun yaşamıyor; çözümü intiharda bulacak kadar yaşamdan vazgeçiyor. Daha doğrusu vazgeçirtiliyor.
4- Kent ve Çevre Sorunu
Ortadoğu toplumunda uygarlığın başından itibaren kent ve çevre sorunları yaşanmaya başlamıştır. Sümer kentlerinin ilk kuruluş öykülerine bakıldığında, kent içi ve kentler arası nasıl bir ortamda geliştikleri anlaşılmaktadır: Sorunlarla dolu bir ortam. Bunlar kölelikten kaynaklanan sorunlardır. Kentleşme bağrında köleleşmeyi, dolayısıyla devletleşmeyi de taşımaktadır. Pazarın kurulmuş bulunması beraberinde ekonomik sorunu da getirmektedir. Değişim oranlarını, yani fiyatları kim kararlaştıracaktı? Bu konuda uzlaşmalar kolay olmayacaktı. Kentin iaşesi ve savunulması başlı başına sorundu. Oluşan iktidar klikleri (rahip, yönetici ve komutan) aralarında sürekli çekişmekte, devrim ve karşıdevrim sorunlarına yol açmaktaydı. Ayrıca kentlerin büyüme sorunları vardı.
Kentle birlikte gelişen kent yönetimi ve devleti tüm uygarlık çağlarının vazgeçilmeyen fenomeni olagelmiştir. Kent devleti en eski ve en yaygın iktidar biçimidir. İmparatorluk ve ulus-devletler daha sonra ortaya çıkmışlardır. Tarihte ağırlıklı biçim ezici ağırlığıyla kent veya yakın çevresiyle sınırlı yönetimi ve devletiydi. Kentlerin aralarında yoğun rekabeti sürekli çatışmalara yol açmaktaydı. Bu çatışmalar kentlerin olanaklarını tüketiyordu. Bulunan çare hegemon ve metropol kent kavramı oldu. Uruk, Ur, Babil, Asur, Persepolis, Atina ve Roma bu tür hegemon kentlerdir. Daha sonraları imparatorluk merkezleri olarak rol oynadılar.
Tarihin ilk imparatoru olarak Akad hanedanı kurucusu Sargon’u görmekteyiz. Sargon, Sümer kentlerini Agade’nin ve kendisinin hegemonyasına almakla yetinmeyip, bunu dönemine göre uygarlık alanının tümüne taşırmıştır. İmparatorluk bu durumda hegemon (metropol) kentin diğer kent ve çevreleri üzerinde denetim kurması ve toplumsal artılarından pay alması anlamına gelmektedir. Ticaret, tarım ve endüstri daha geniş pazar ve maddi olanaklarıyla yürütüldüğü için çok kâr bırakıyordu. Dolayısıyla geniş imparatorluk tipi iktidar örgütlenmesi epey kârlı oluyordu. Sargon, Babil ve Asur İmparatorluğunda bu eğilimi rahatlıkla izleyebilmekteyiz. Özellikle Asur İmparatorluğu hammadde ve mamul madde ticaretinde uzmanlaşmıştı. Kârın kaynağını güçlü bir biçimde koruma arzusu, iktidar için en vahşi sahneleri sergilemekten çekinmemelerine yol açmıştır. Asurlular insan kellelerinden duvar ve surlar inşa ettiklerini övünçle anlatıyorlardı.
Persler aynı doğrultuda daha esnek ve ahlâkî yöntemlerle sonuç almak istiyorlardı. Bunda başarılı da olmuşlardı. Bu dönemlerin süper kenti Babil’di. Yetmiş iki milletin kaynaştığı sorunlu ve sorumlu görkemli kentti. Pers kentleri Babil’i örnek alıyorlardı. Greko-Romenlerin kent hamlesi daha ileri bir çözüm olmakla birlikte, yönetim, iaşe, savunma başta olmak üzere aynı sorunları paylaşmaktaydı. Ortadoğu’da Helenik sentez kent mimarisinde ileri bir aşamaydı. Bu konuda görkemli kuruluşlara tanık olmaktayız. Fakat yalnız başına bir kentin bir tapınağının bile toplum üzerinde çok boyutlu sorunlara yol açtığını tespit etmek zor olmamaktadır. Bir Mısır firavun piramidinin toplumu nasıl tükettiğini bu bağlamda değerlendirmek daha da çarpıcıdır. Atina ve Roma da metropol kentler olarak toplumsal sorunları gırtlağına kadar yaşamaktaydılar.
İslam döneminde Ortadoğu kentleri büyümüş olsalar da, mimari olarak Helenistik dönemin çok gerisindeydiler. Kişiliklerini gittikçe yitirmekte, kendi içlerinde ve çevre için sorun kaynağına dönüşmekteydiler. Sanayi devrimine geçilmemesi sorunlarını ağırlaştırmaktaydı.
Batı Avrupa uygarlığının kent hamlesi, ticaret ve pazar temelinde gelişen ekonomik kentlere götürdü. Bu hamle başlangıçtan itibaren kapitalin damgasını taşımaktaydı. Kırsal alanda ve kent içinde zanaatkâr kesimi üzerinde sürekli hegemonya peşinde olmuştur. Bu durum sert sınıf mücadelelerini beraberinde getirmiştir. Kentlerin kendi içinde ve aralarındaki rekabet ilkin imparatorluk ve krallık eğilimlerini tahrik ederken, sanayi devrimiyle birlikte ulus-devlete teslim olmak zorunda kalmışlardır. Alman ve İtalyan kentleri tarihte kentlerin özerkliğini en son terk etme ve ulus-devlete en geç teslim olma (19. yüzyıla kadar) konumunda kalma becerisini göstermiştir. Bence sanayi devrimi çözüm değil, kentlerin sonu ve ölümünün başlangıcıdır. Endüstricilik ve bürokrasi 19. yüzyılla birlikte kentleri çığ gibi büyütmüş, hiç anlamı olmayan kanser tipi bu büyüme çevre için tam felaketle sonuçlanmıştır. Kent sadece kendini öldürmüyor; çevreyi, dolayısıyla kırsal toplumu da (tarihin on beş bin yıllık gerçeği, üretici gücü, maddi ve manevi kültür kaynağı) tüketip öldürüyor. Sonuç, toplumun devasa sorunlarla boğuşmasıdır; genel işsizlik ve yoksulluğun üretim merkezi olmasıdır. Hegemonyasını yitirmiş Ortadoğu kenti, kentsizlik ve kentin, dolayısıyla toplumsallığın en önemli araçlarından birinin sürekli ölmesi ve öldürmesinin merkezi haline dönüşmesidir.
Ortadoğu uygarlık tarihi çevreyi yıkım ve inkârın tarihidir. Maddi ve manevi kültür olarak uygarlık değerleri neolitik toplum değerlerinin inkârıyla (diyalektik anlamda olumsuzlama) oluştuklarından ötürü tarih böyle akışkanlık kazanır. Hâlbuki neolitik toplum her iki kültür değeri açısından da ekolojiktir. Manevi dünyasında, dininde çevre canlı ve en yüce değer olarak kutsallaştırılır. Kadın etrafında gelişen beslenme olanakları ekonominin başlangıcıdır. Doğa ve kadın uyumlu bir birlik içindedir. Canlı bir doğal din anlayışı ana tanrıça ile simgeleştirilir. Maddi üretim araçlarının büyük kısmı kadın icatlarıdır. Beslenme ve giyim kültürü de kadının damgasını taşır. Tüm bu değerler uygarlıkla inkâra uğrayacak ve erkeğin hegemonyası altında kâr ve baskı araçlarına dönüştürülecektir. Toprak ana hakir görülecektir. Kutsal Kitaplar erkekler için “Kadınlar tarlanızdır, istediğiniz gibi sürün” der. Daha da vahimi, Sümer kentleri kâr amaçlı toprağı sürekli kullandıklarından, tuzlanmaya yol açarak doğal çölleşme tehlikesini suni çölleşme ile besleyip büyütmüşlerdir. Mezopotamya’nın çölleşmesinde uygarlaşmanın rolü çok çarpıcıdır.
Uygarlığın manevi dünyasında doğa, çevre, toprak hep hakir görülür. Aslında bu yaklaşım ideolojiktir. Zıddına geliştiği tarım-köy toplumunu aşağılamak ve kolayca yönetmek içindir. Uygarlık ideolojik olarak öyle bir Dünya imgesi yaratmıştır ki, sanki insanlığın düşmanıdır ve hesap vermesi içindir. Yine Kutsal Kitaplar “Orası imtihan yerinizdir sadece” der. Diğer taraftan devletliler bu dünyada kendi cennetlerini yaratırlarken, icat ettikleri dinlere de hiç inanmamışlardır. Çünkü dinleri kendilerinin icat ettiklerini iyi bilmektedirler. Öte yandan jeobiyolojik ortamla iç içe oluşan toplumsal gelişme, uygarlık tarihi ilerledikçe (Aslında sürekli geriledikçe olmalıdır) bu özünü ideolojik olarak inkâra zorlanacak, hayali, soyut öte dünya imgeleriyle zıddına dönüştürülecektir.
Ekolojik sorunun özü bu gerçeklikte yatmaktadır. Dolayısıyla tam bir toplumsal sorun olduğunu tüm vahametiyle anlayabilmekteyiz. Kendi özünü böyle inkara zorlanan bir toplumun uzun vadede yaşamı sürdürülebilir kılması mümkün değildir. İktidar ve sömürü tekellerinin kâr mantığı, bunun için geliştirdikleri ideolojik ve askeri savaşlar anti-ekolojik, anti-biyolojik ve anti-toplumsaldır. Günümüzde, kapitalist hegemonyanın finans çağında yaşanan bunalım, bütün bu gerçeklikleri tüm insanlığın gözüne ve zihnine adeta kazımış bulunmakta; bu hegemonyanın yarattığı sahte dünyanın kâğıt tomarlarından ibaret hale geldiğini herkese açıkça göstermektedir. Tarihinin hiçbir döneminde insanlık bu denli doğaya, yaşama ve topluma yabancılaşmamıştır. Ortadoğu toplumu gerek merkezî uygarlığın kahredici talancı yüklerini en uzun süre yaşamasından, gerekse jeobiyolojisinin hem doğal hem de suni nedenlerle çölleşmeye en yakın bölgelerin başında gelmesinden ötürü sadece sorun yaşamıyor; çözümü intiharda bulacak kadar yaşamdan vazgeçiyor. Daha doğrusu vazgeçirtiliyor.
Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır.
0 yorum:
Yorum Gönder